Bütün bitkiler ve canlılar için umumî bir bayram olan bahar içinde, her canlının özel bayram günleri de vardır. Mücevherlere benzeyen çiçekler ise, herbiri bakar ve baktırır milyarlarca göze benzerler. Esasen “mühür gözler” tabiri, çiçeklere çok yakışıyor.
İşte asrımızın derin gözlemcisinin tesbitleri:

“Bir bahar mevsiminde, garibâne, mütefekkirâne, seyahate gidiyordum. Bir tepeciğin eteğinden geçerken parlak bir sarı çiçek nazarıma ilişti. Eskiden vatanımda ve sair memleketlerde gördüğüm o cins sarı çiçeği hatırıma getirdi. Şöyle bir mâna ile kalbe geldi ki: Bu çiçek kimin turrası, kimin mührü ve kimin nakşı ise, elbette bütün yeryüzündeki o nevi çiçekler onun mühürleridir. Şu mühür tahayyülünden şöyle bir tasavvur geldi ki, nasıl bir mühür ile mühürlenmiş bir mektup ta, o mühür, o mektubun sabihini gösterir. Öyle de, şu manidar nebatat satırları ile yazılan şu tepecik de, bu çiçeği yaradanın mektubudur. Hem, şu tepecik de bir mühürdür. Şu sahra ve ova Rahmanî bir mektup şeklini aldı.”

Hususî bayramlarında resmî geçit tarzında yemyeşil azaları ve süslü vaziyetleriyle, Cenab–ı Hakkın ihsan ettiği hediye ve lütufları çiçek ve meyve olarak takdim eden ağaçların hali de bir başka... Eğer onlara zikir ve cezbeden dolayı rakseden bir nazenin şeklinde bakacak olursak şu tefekküre dikkat etmemiz gerekecek.

“Ya Rabbi, Senin temaşana, güzelliğine, herkes her yerden koşup gelmiş. Senin cemâlinle nazdarlık ediyorlar. Aşağıdan yukarıdan dellâllar gibi çıkıp bağırıyorlar. Senin nakşının güzelliğinden keyiflenip, o dellâla benzeyen ağaçlar oynuyorlar. Senin yüce sanatınla neşelenip, güzel güzel sadâ veriyorlar. Güya sadâlarının tatlılığı, onları da neşelendirip nâzeninâne bir naz ettiriyor. İşte ondandır ki, şu ağaçlar raksa gelmiş, cezbe istiyorlar. Oynattırıyorlar zülüfvâri küçük dallarını, sanki kırk örme saçı ile meşhur Şehnâz–i Çelkezi gibi... Bu hâlleriyle kendilerini temaşa edenlere de lâtif bir şevki ve ulvi bir zevki ihtar ediyorlar. Aşkın “hay, huy” perdelerinden en hassas tellere, damarlara dokunuyor gibi sadâ veriyorlar.” (17. Sözün 2. Makamı)

Eğer nebatata; “Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır.” (Fetih Suresi, 48/7) ve “Rabbinin ordularını ancak kendisi bilir.” (Müddessir Suresi, 74/31) âyetleri açısından bakacak olursak, onların herbiri bir asker gibidir.

“Nasıl şu zamanda manevra meydanında, harp usûlünde “Silâh al, süngü tak!” emriyle koca bir ordu baştan başa dikenli bir meşeliğe benzediği gibi; herbir bayram gününde resmi geçit için “Formalarınızı takıp nişanlarınızı asınız!” emrine karşı, ordugâh baştan başa, rengârenk çiçek açmış müzeyyen bir bahçeyi temsil ettiği gibi, öyle de yeryüzü meydanında, Sultan–ı Ezelî'nin çeşit çeşit ordularından, melek, cin, insan ve hayvanlar gibi şuursuz nebâtat taifesi dahi hayatlarını koruma cihadında: “Müdafaa için silâhlarınızı ve cihazlarınızı takınız!” şeklindeki ilahi emri aldıkları vakit, yeryüzü baştan aşağıya bütün ondaki dikenli ağaçlar ve nebatlar süngücüklerini taktıkları zaman, aynen süngülerini takmış muhteşem bir ordugâha benziyor.” (10. Söz, 6. suretin hâşiyesi)

Karınca küçük ama Yunus Emremiz; “Benim bir karıncaya ulu bir nazarım vardır.” diyor. Mühim olan bakışın büyüklüğü, bilhassa ululuğudur. Ulu bir nazarla bakanlar, ilâhî sanatlar üzerinde derin derin tefekkürde bulunarak bu kâinat meşherinde teşhir edilen pek çok enteresan güzelliklerin farkına varıp ulvî zevklerini de alacaktır.

Biz çoğu zaman, sayılmayacak nimet ve lütuflarla her taraftan kuşatan Cenab–ı Hakk'a karşı, şükür ve hamd vazifemizi yerine getirmiyoruz. Çünkü, önce ince bir tefekkürle ilâhî ihsan ve ikramların farkına varmak gerekir. Çünkü farkında olmadığımız bir şeyi bilmiyoruz demektir. Bilmediğimizin herhâlde değerini bilecek değiliz.

Eşyaya; tâ içlerine kadar delip geçen bir nazarla bakan, inceleyip derûnuna nüfuz edenlerin değerlendirmeleri hep farklı olmuştur:

“Meselâ bu gözünüz önünde bir parmak kadar asmanın üzüm çubuğunda yirmi salkım var. Ve her salkımda şekerli şurup tulumbacıklarından yüzer tane var. Ve her tanenin yüzüne incecik, güzel, lâtif ve renkli bir mahfazayı giydirmek; nazik ve yumuşak kalbine, kuvve–i hâfızası, programı ve tarihçe–i hayatı kükmünde olan sert kabuklu, ceviz içli çekirdekleri koymak, karnında “Cennet Helvası” gibi bir tatlıyı ve âb–ı kevser gibi bir balı yapmak; bütün yeryüzünde hadsiz emsâlinde aynı dikkat, aynı hikmet, aynı sanat harikasını, aynı zamanda, aynı tarzda yaratmak, elbette açık bir şekilde gösterir ki, bu işi yapan bütün kâinatın yaratanıdır. Nihayetsiz bir kudreti ve hadsiz bir hikmeti gerektiren şu fiil, ancak onun fiilidir.” (Yedinci Şua, Âyete'ül–Kübrâ)

Üzüm için üstadın kullandığı bu güzel sözlerden sadece “ceviz içli çekirdek” ifadesine hep dikkat etmiş ve onun tefekkür derinliğine hep hayran olmuşumdur.

“Bir Çift Yürek” isimli kitabın yazarı Marlo Morgan'ın gözlemlerini de öyle çok enterasan bulmuşumdur.

“O gün, tatlı bir genç kız, bir tutum çalının arasına daldı ve uzun saplı, âdeta sihirli bir biçimde, sarı renkte güzel bir çiçek bularak ortaya çıktı. Çiçeğin sapını boynuna bağlayınca sarı çiçek göğsünde dünyanın en değerli mücevherleri gibi durdu. Bütün üyeler onun çevresine toplandılar ve onun ne denli güzel göründüğünü, ne kadar hârika bir seçim yapmış olduğunu söylediler. Genç kız, bütün gün boyunca iltifatlar topladı. O gün kendini özellikle güzel hisseden kızın parıltısı dikkatimi çekti.”

“Onu seyrederken, Birleşik Devletler'den ayrılmadan bir süre önce iş yerimde tanık olduğum bir olay geldi aklıma. Bir gün, strese bağlı sebeplerle pek çok rahatsızlıklardan yakınan bir hastam geldi. Ona yaşayışında neler olup bittiğini sorduğumda bana, sigorta şirketinin, pırlanta kolyesi için ödemesi gekeren primleri, sekizyüz dolar birden artırdığını anlattı. O da New York'ta kolyenin aynını düzmece taşlarla yapabileceğini savunan bir usta bulmuştu. Şimdi bu şehre gidecek, yeni kolye yapılana kadar banka kasasına kilitleyecekti. Bu şekilde sigorta pirimlerini artırmak zorunda kalmayacaktı. Çünkü her ne kadar banka kasası bile mutlak güvenceli bir yer sayılmasa da, kolyenin vergisi azalacaktı. Ona, yakında yapılacak olan baloya katılıp katılmayacağını sorduğumda, imitasyon kolyesinin o zamana kadar hazır olacağını ve baloda onu takacağını anlattı.”

“Çölde yaşadığımız o günün akşamında Gerçek İnsanlar Kabilesi'ne ait olan o genç kız, çiçek kolyesini yere bıraktı ve Tabiat Ana'ya geri verdi. Çiçek ondan beklenen görevi yerine getirmişti. Kız ona minnettardı, o gün almış olduğu övgülerin hatırası ona yeterdi. Çiçek, onun hoş bir insan olduğunu isbatlamıştı. Ne var ki, kolyesine bu sebeple bağlanması söz konusu olamazdı. Çiçek kuruyacak, ölecek ve humusa dönüşerek yeniden canlanmak için toprağa geri dönecekti.

“Ülkemdeki hastamı tekrar aklımdan geçirdim, sonra da genç Aborijin kıza baktım. Onun taktığı mücevherinin bir mânası vardı, ama bizimkilerin ise ekonomik değeri vardı. Gerçekten diye düşündüm, bu dünyanın bir yerlerinde, değer sistemini yanlış yerlere oturtan insanlar vardı; ama bunların, Avustralya'nın en iç noktalarında yaşayan ve ilkel insanlar sayılan Aborijinler olmadıklarına emindim.”

İnşaallah her zaman ulu bir nazarla canlı mücevherlere bakıp gerekli ibreti almış olarak ve bir saati bir senelik nafile ibadet sevabına karşılık olan bir mükâfat kazanmış olalım.

Safvet SENİH | sizinti.com.tr

Yapılan Yorumlar

Henüz kimse yorum yapmamış.

Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.

Yorum Yapın

Güvenlik Kodu