İstanbul'un bir dönemini yaşamışlar, leylâk kolonyası süren yaşlı hanımları unutamazlar.

Bir çiçek bulutunda saksılar

Bahçede, mevsimi gelince açan yasemini de. O bahçelerde mutlaka bir leylâk ağaççığı olurdu, bazen manolya; tarhlarda güller, ortancalar, anasına babasına pay verenler, bazan hercai menekşeler. Bahçeler böylesine bitmemişti ve çocuklar çiçekleri yaşayarak büyüyordu.

Oktay Rifat, büyükannesini anlattığı o güzel şiirinde (“Büyükannem”) önce denizden söz açar; ufacık, beyaz bir ev görmektedir. Ortaköy Camii tam karşıya düşmekte. Sonra evin çıngırağı, “çın çın” çalarmış, “gelenler için gidenler için”. Büyükanne, “ince yüzlü saz benizli bir kadın”, kucağında kedisi, pencereden bakıyor. Sanki hâlâ bakıyor!

“leylâk kokardı hırkası
bahçesi yasemin.”

İstanbul'un bir dönemini yaşamışlar, leylâk kolonyası süren yaşlı hanımları unutamazlar. Bahçede, mevsimi gelince açan yasemini de. O bahçelerde mutlaka bir leylâk ağaççığı olurdu, bazen manolya; tarhlarda güller, ortancalar, anasına babasına pay verenler, bazan hercai menekşeler. Bahçeler böylesine bitmemişti ve çocuklar çiçekleri yaşayarak büyüyordu.

Bende kalp ağrısı bir türlü geçmez: Anneannemlerin küçük bahçesindeki çarkıfelek! Hanımelini de severdim ama, hanımelinin hemen bitişiğinde, duvara tırmanmış çarkıfeleğin kalbimde yeri başkaydı. Koyu yeşil yaprakları, büyük ve parlak renkli çiçekleriyle çarkıfelek, öteki adıyla, fırıldak çiçeği, kameriyelerde, duvar diplerinde baş döndürürdü.

Oktay Rifat, bir başka şiirinin (“Ne Zaman”) son dizesinde, “bir çiçek bulutunda saksılar” diyor. Toprak saksılardı hepsi, karanfillerle, küpeçiçekleriyle, begonyalarla bezenmiş, pencere önlerinde. Bahçeler gibi, birer ikişer, çiçekli evler de azaldı.

İstanbul kültüründe çiçek yalnızca estetik duyuşla ilintili değildir. Yüzyıllar boyunca, çiçek, halk sağlığındaki saltanatını korumuştur. Çiçek suları, çiçek şerbetleri, çiçek reçelleri -meselâ çok sevdiğim gül reçeli- şifa getirsin diye yapılıyordu. Meselâ gülhatminin öksürüğe iyi geldiği, çocukluğumda hep söylenir, hatmi çiçekleri toplanır, kurutulurdu.

Tarihle ilgilenenler, imparatorluk başkenti İstanbul'un, on altıncı ve on yedinci yüzyıllarda çiçekler başkenti olduğunu bilirler. I. Ahmed çiçeğe öylesine düşkünmüş ki, Haliç'teki hasbahçeye kendisi çiçekler dikmiş. Gül, şakayık, lâle, sümbül, menekşe, zerrin akla ilk gelen tarihî İstanbul çiçekleri. Fulyayı da unutmamak gerekir. Fulyanın halk sağlığında önemli bir çiçek olduğunu vurgulamak isterim. Fulya, İstanbul yakasındaki -Kadıköyü'ndekiyle karıştırmayalım- Bahariye sırtlarında bolca yetiştiriliyor. Şekerciler şurubunu yapıyorlar ve fulya şurubunun asabiyete iyi geldiğine inanılıyor.

Çiçek ve çiçekçilik tarihimizi mercek altına yatırmak isteyenlere iki kitap salık vereceğim: İlki, Nurhan Atasoy'un Hasbahçe'si. Atasoy bu değerli eserinde, saray bahçelerinin yüzyıllar içerisindeki serüvenini sanat tarihi açısından irdeler. Çiçeğin hayatın kılgısındaki anlamını araştırır. Öteki kitap, Beşir Ayvazoğlu'nun Güller Kitabı. Ayvazoğlu, eski edebiyatımızın çiçeğe ayrılmış binlerce sayfasını bugüne kazandırıyor…

İstanbul'un özel çiçek semtleri varmış. Çiçek pazarları, çiçekçi dükkânları oralarda. Yalnızca çiçek satılmıyor, tohum, soğan da oralarda satılıyor.

Necdet Sakaoğlu'nun saptamasıyla, İstanbul kültüründe çiçek, on dokuzuncu yüzyılda usul usul göçüyor. Bir zamanlar, padişahlardan din adamlarına, saraylardan köşklere, evlere, cami bahçelerine insanların ve mekânların tutkuyla yaklaştığı çiçek ne oluyor da gözden düşüyor, derseniz, yanıtı zor. Belki iktisadî sarsıntılar etkiliyor. Ama estetik duyuştaki gerileşme de etkili.

Necdet Sakaoğlu, “Çiçekçilik, Rumeli göçmenlerinin, Arnavut bahçıvanların ve Çingenelerin ilgi alanında kaldı” diyor. Eyüp'teki, Kasımpaşa'daki, Edirnekapı'daki uçsuz bucaksız çiçek bahçeleri birer ikişer kaybolup gidiyor.

Oktay Rifat'la başlamıştım; onun “Çiçekçi” şiiri çiçekçi Çingene kızdan söz açar: “üflüyor dumanını cigarasının / tütün kokuyor çiçekleri”… Bir bahar bulutu geçer, gökyüzü masmavidir…

Anılarımdaki çiçekçilere gelince, gözümün önünde nedense önce Ada vapurları. Öyle sık sık Adalar'a gittiğimiz yoktu ama, Ada vapurlarında satılan manolyayı, mimozayı, yasemini belleğim kapıp saklamış. Bunlar, 1950'li yıllar olmalı.

Hemen öncesinde, yani doğmadığım zamanlarda, hele İkinci Dünya Savaşı döneminde çiçek gitgide orta halliden el ayak çekiyor. Refik Halid Karay, Anahtar adlı sevimli romanında, o dönem İstanbul'unda çiçeğin ancak varlıklı kesimlerce alınabildiğini anlatır. Çiçek yetiştirmek, git git, çiçekçiden 'alınmış' çiçeğe dönüşür. Çiçekevleri, daha çok, Beyoğlu'ndadır şimdi.

Sabuncakis daha eskilerde kurulmuş ama, ben, Beyoğlu'ndaki çiçekevine yetiştim. Büyük bir iş hanının pasajımsı girişindeydi Sabuncakis. Kadife ve muare taftayla bezenmiş camekânında çoğu kez, kumaşlar üstüne gelişigüzel atılmış izlenimi veren tek bir orkide dururdu, beyaz ya da pembe, ille benekli. Zaten orkideyi ilk kez Sabuncakis'in camekânında gördüm. 1950 sonrasındaki İstanbul'da orkide hayli pahalı ve nadide bir çiçekti.

Bir kez Sabuncakis'ten çiçek de aldık. Tabiî bizim ev için değil; annemle babam hangi seçkin tanıdıklarına gideceklerse… Uzun uzadıya fiyatları sorulmuştu güllerin, karanfillerin, dolunay margaritaların. Sonunda kavuniçi kuzgunkılıçlarında karar kılınmıştı.

Geçen gün Avantgarde'a gittim. Avantgarde, sevgili arkadaşlarım Selva Alemdar'la Ümit Kulunyar'ın Akatlar'daki çiçekevi, Ak Merkez'in tam karşısında. Yolunuz düşerse, uğrayın derim. Selva'yla Ümit, “Size çiçek getirdik…” diyorlar.

Çiçekler ne kadar çeşitlenmiş! Çiçekten anlar geçinirim; Avantgarde'ta bilmediğim, adını bile işitmediğim o kadar çok çiçekle karşılaştım ki! Sora sora, ancak, “Şu kamelya mı?” diyebildim. Neyse, kamelyaymış. İlkbaharda çiçek açar kamelya. Ama kocaman saksıdaki bu mevsimde kırmızı çiçekliydi.

Şunlar, “stephanotis”miş; Çan gibi, sert, beyaz çiçekli. O çanımsı, çıngırağımsı beyaz çiçeklerin güzelliğine doyamıyorsunuz. Oysa stephanotis -yazık ki Türkçe adı yok- tehlikeli bir çiçek; usaresi, deride ve gözlerde hafif kaşıntıya sebep olabiliyor. Stephanotis'i uzaktan sevmek en iyisi…

Bir aşk romanının baş kişisinin adını çağrıştıran Medinilla, alevli pembe bir çiçek. Filipin kökenliymiş. Çiçek açtı mı, çiçekleri öyle alev alev pembe, üç dört ay yaşarmış.

Calamondin, ev içi portakalı diyebileceğimiz bir çiçek ağaççığı. Çiçek açtı mı, bütün ev, portakal çiçeğinin kokusuyla doluyor. Hemen eklemeliyim: Calamondin'in çiçekleri, portakalınkinden çok daha keskin rayihalı. Sonra çiçekler geçince, minyatür portakallar yetişiyor. Yenir mi yenmez mi, bilmiyorum. Marttaki çiçeklenişten sonra, bütün yıl, meyve vermeye devam ediyor Calamondin.

Şunlar da, 'oda gülü'. Bu adı ben taktım. Küçücük saksılarda, menekşegülünü hatırlatan, incecik güller, vişneçürüğü, sarı, pembe, beyaz, kavuniçi…

Öyle anlaşılıyor ki, İstanbul çiçekçiliği, bahçelik İstanbul öncesiz sonrasız yitince, ithal çiçeklere kucak açmış. İster istemez. Bir uçtan bir uca, irili ufaklı -küçük çiçeklilerin bazıları dallara konmuş kelebekleri andırıyor- orkideler hep dışalımmış. Neyse ki fiyatları dünkü gibi, dünkü dediğim, elli yıl öncesi, korkunç pahalı değil. Sabuncakis'in camekânında kurum kurum tek başına duran orkide artık yanına yaklaşılabilir bir çiçek…

İnce uzun bir vazoda kırmızı çiçekli bahar dalları duruyordu. Hep ürpertir beni bahar dalları, kışa aldanmış, mevsimini şaşırmış.

Oktay Rifat'la bitiriyorum: “Yine yapraklar yine güller / yine güneşli yollarda yaz / yine küçük odalarda yalnızlık”… Çiçekler belki avutur…

Zaman

Yapılan Yorumlar

Henüz kimse yorum yapmamış.

Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.

Yorum Yapın

Güvenlik Kodu